Ezgi Nur Şahin
Füruzan’ın ilk kez 1988 yılında yayımlanan romanı ‘Berlin’in Nar Çiçeği’, yaşlı bir kadının iç monologları ve geçmişe dönüşleriyle örülü anlatısında gençlik, kadın-erkek ve anne-çocuk ilişkileri, evlilik, savaş, göçmenlik gibi konuları pek çok boyutuyla ele alırken, bütün bu temaları kadınlık ve yaşlılık olgularının etrafında düğümlemekte.
Frau Elfreide Lemmer, bir köyde doğup büyümüş, evlenince kocasıyla beraber Berlin’e yerleşmiştir; suskun yaradılışı ve olgun tabiatıyla örnek bir Alman kadınıdır adeta. İkinci Dünya Savaşı’nın Berlin’inde kocasını savaşa göndermiş, iki çocuğuyla birlikte yaşam mücadelesi vermiş, yaşamın iniş çıkışlarına onları bütünüyle kavramadan katlanmıştır. Kocası savaştan döndüğünde çok geçmeden ölmüş, oğlu daha sonra çalışmak için Amerika’ya gidip bir daha geri dönmemiş, kızı da evlenip uzaklara gitmiştir ve o zamandan beri yalnız yaşamaktadır. Roman, bütün yaşamı kısaca böyle özetlenebilecek olan kadının yaşlandıkça zihninin karmaşıklığını aktarmak ister gibi zaman sıçramalarıyla, iç monologlarla kurulmuştur.
Yetmişli yaşlarının ortasındadır Frau Lemmer, her ne kadar kızı tarafından ara sıra arayıp sorulsa ve “gerektiğince” ilgilenilse de aslında kimi kimsesi olmayan bir kadındır. Yine de yalnız bırakılmışlığını yadırgar gibi bir hali yoktur romanın başında, ilerledikçe bunun sebebinin Frau Lemmer’in aslında suskunluğunun arkasında gizli bir yalnızlığa alışık olması olduğu anlaşılacaktır.
“Frau Lemmer kalabalıkların içine neredeyse solup gidiveren bir gölge gibi düşüyordu. Tüm varlığı her yerde, sanki arasız bir geri çekilme ediminden oluşmuştu. Saydamlaşıp görünmezleşiyordu.
Yalnızlık yaşlı kadında en somut biçimini almıştı.” (Sf. 105)
Yalnızlığını duyumsamak deyim yerindeyse uyuşmuş bir bölgeye iğne batırmaktan farksızdır yaşlı kadın için. Bu durum, yolu karşı dairesinde oturan Korkmaz Ailesi’yle kesiştiğinde değişecektir. Yegâne yoldaşı olan kuşu Sarah’ı kafesinin dibinde hasta bulduğu akşam, kime gideceğini bilemez halde elinde kuş kafesiyle koridorda öylece dikilirken bulur onu Güldane ile Selman. Kuşun hasta olduğunu öğrenince yaşlı kadının haline acıyarak onu evlerine alırlar. Kuşu iyileştirebileceklerini söyleyip Frau Lemmer’e bir tas çorba içiren karı koca yaşlı kadını şaşkına çevirir, beklemediği bu sıcak karşılamayla adeta donakalır.
O akşam Frau Lemmer’in kalan ömrünü değiştiren, önceki yaşanmışlıklarına da bambaşka bir gözle bakmaya iten bir kırılma anı yaşanır. Güldane, acıkıp ağlayan Ümmühan bebeği emzirip Frau Lemmer’in kucağına bırakıverir. Henüz altı aylık olan küçük kız yurdundan uzaklarda kaçak göçek, beş yılın ardından hala sığıntı gibi yaşayan bu işçi ailesinin evine, “bu onmaz kara rengin, boz rengin ortasına” nar çiçeği benzeri açmıştır. Frau Lemmer’in hayatına da benzer bir şekilde açacaktır.
“Yaşlı kadın iyice görmek için eğildiğinde, emzirmeyi kesen Güldane, bebeği örten kumaşları aralamış, küçük ılık yığını kaldırıp, Frau Lemmer’in kollarına bırakıvermişti.
Yaşlı kadın yürek çırpıntılarıyla tuttuğunu vuruveren etkisiyle öyle şaşkındı ki, taşıdığına inanmazlıkla bakıyordu.” (Sf. 83)
Frau Lemmer ile Korkmaz ailesini birbirine bağlayan asıl olgu, her iki tarafın da dışlanmışlığıdır. Korkmaz ailesi bu yabancı ülkede çekirdek ailelerinin etrafında kimliklerini korumaya çalışırken Frau Lemmer ise zamanın bir zorunda bırakışıyla geçmişinden uzaklaşmakta, değişiklikleri yadırgamakta ve özlem duyduğu geçmişe hatırlama yoluyla tutunmaya çalışmaktadır. Bir taraf zaman, öteki mekân bağlamında dışlanmıştır ve her iki taraf da değişikliğe karşı direnirken içinde yaşadıkları dünyaya ayak uydurmanın zorunluluğuyla yüzleşmektedir.
Nitekim Frau Lemmer’in zamana elinde tutma isteği iki şekilde ele alınabilir. Birincisi geçmişini yitirme olarak, ikincisi geçmişe ait olanları yitirme olarak. Daha başka bir değişle ilkinde değişen kendisi, ikincisinde dünyanın geri kalanıdır.
Bir geçmişini yitirme olarak ele alınabilecek yaşlanma olgusu, romanda sıkça işlenir. Zira Frau Lemmer için geçmişini yitirmek, gençliğini yitirmektir. Doğup büyüdüğü köyünü, annesini, babasını, ilk aşkını, gençliğinin baharındaki tazeliğini, yaşama karşı duyduğu merakı ve hevesi, evliliğinin ilk zamanlarını adeta kutsayarak anar. Aynı zamanda teninin tazeliğini, gözlerinin ışıltısını, saçlarının parlaklığını arar aynada. Yani yalnızca yaşanmışlıkların geride kalması değildir onun için yaşlanmak. Kırışmaktır, güzelliğini yitirmektir. Savaştan tek kolu kesilmiş halde dönen kocasına karşı içinde beslediği acıma duygusuyla iyice perçinlenen bir kayıpla yüzleşmeye daha o yıllarda başlar. Öyle ki sanki cinsiyetsizleşmiştir.
Frau Lemmer için değişim, savaşla birlikte gelen her şeydir. Öyle ki savaş bitip aradan uzun yıllar geçse dahi sevmez değişiklikleri. Telefonları, uçakları sevmiyor, “bugünlerde” genç hanımların çok fazla boyandığından yakınıyordur. Üstelik değişen tek şey bunlar da değildir. Zaman geçtikçe çocukları büyümüş, para derdine düşerek uzaklara savrulmuştur. Oğlundan neredeyse yirmi senedir haber alamamakta, kızının da kendisini sevmediğini düşünmektedir artık, hatta kendisinin de kızını artık pek sevemediğini itiraf eder.
“Hayır, asıl gücüme giden, belki de salt analık değerimin önemsenmemesidir. Emzirmiştim. Meme başlarımın dikilip katılaşmasıyla, küçücük ağızcıklarının içine ezdikleri uç veren pembe etçikten, saldıkları sütümü salmıştım. … Ben çocuklarımı çok sevdim Bay Hermann Lemmer. Korudum, besledim, karışmadım, asık yüz göstermedim.” (Sf. 101)
Frau Lemmer, özlemle andığı, tutunmaya çalıştığı her şeyi Korkmaz Ailesi’nde bulur. Her hafta tatlılar götürür, Ümmühan bebeğe, kendisine Oma demeye başlayan evin diğer çocukları Âdem ile Kamber’e giysiler örmeye başlar. Öyle ki haftanın üç dört gününü Korkmaz ailesinin evinde geçirmektedir artık.
Romanın sonlarına doğru Frau Lemmer’in zihni, anıları iyice birbirine girer. Yıllar birbirine dolanır, yaşlı kadın hep aynı genç kız haliyle aralarında dolaşır.
Roman boyunca hayatı adeta bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçerken, Frau Lemmer, ölüme adım adım yaklaşmaktadır. Çocukluğunu, ilk aşkını, giderek kadınlaşmasını, evlenip güzel bir eş, iyi bir anne olmasını okur, sonra bunları birer birer yitirişine tanıklık ederiz.
“Derler ki kişi kocadıkça geçmişini arar olurmuş. İnanmayın. Ben yirmilerimde geçmişimi özlemeye başlamıştım. Eğer kişi yirmilerinde ihtiyarlayabiliyorsa, bizler nasıl bir utkunun peşindeydik.” (Sf. 77)